Her gün iki sıra duvar, her gün 1667 kelime
Haruki Murakami’nin “koşmasam yazamazdım” dediği gibi Gençtur’un çalışma kampına katılmasaydım ben de elli bin kelimelik roman taslağımı tamamlayamazdım.
Neden 1667 kelime?
Sevgili çalışma arkadaşım Yeşim Cimcoz ağustos ayını roman yazma ayı olarak ilan etmişti. Her gün 1667 kelime yazarak bir ay sonunda elli bin kelimeye ulaşacak ve bir roman taslağı çıkaracaktık ortaya. İster delilik deyin, ister cesaret… Yirmi iki kişi çıktık yola, elbette yorulanlar, vazgeçenler, umudu kırılanlar oldu. Kalan sağlar bizimdi. Yazma serüveni boyunca isteyen evinde isteyen yazıevinde yazdı. Kimi zaman tıkandık, kimi zaman cesaret verdik birbirimize. Otuz günün sonunda bir araya gelip başarımızı kutladık, yazdıklarımızı paylaştık, satırlara neler dökülmüş hayret ettik.
Ben ağustos ayı boyunca bilgisayarsız, internetsiz, yazı arkadaşlarımdan çok uzaklarda, Almanya’nın Stuttgart yakınlarında, Gaeufelden isimli küçük bir kasabasına, yığma duvar örmeye gitmiştim. Kalem kâğıt her an yanımdaydı. Yemek molasında, tuvalette, tulumumun içinde, daha herkes uyurken, karanlıkta, trende, şerbetçi otlarının altında, müzede, kilisede, yemek yerken, yürürken, taş kırarken, yağmurda hep yazdım, her gün her an yazdım. Kum taşlarına şekil verirken bir taraftan kelimeleri şekillendiriyordum zihnimde. Taşları üst üste koyarken cümleler kuruyordum. Yan yana üst üste birikiyordu kelimeler taşlarla birlikte. Uymayanları evirip çeviriyor yeniden deniyordum. Önümdeki duvar yükselirken sayfalar doluyordu. Taş taş üstüne, kelime kelime üstüne. Duvar roman olmuştu, romansa bir duvar.
Neden yığma duvar?
Almanya’da Neckar nehri boyunca, dik yamaçlara kurulu üzüm bağları kilometrelerce uzanır. Bu bağları yığma duvarlar çevreler. En yenisi yüz yıllıktır. Kimisi yer yer yıkılmıştır. Tamir etmek yeniden yapmak yüksek maliyet gerektirir ayrıca bu işi bilen zanaatkârlar gün be gün azalmaktadır.
Yığma duvarlar yöredeki taş ocaklarından çıkarılan doğal taşların üst üste yığılmasıyla inşa edilir, boyları da bir metreyi geçmez. Taşlar, özelliklerinden dolayı, gün boyunca güneşin sıcaklığını biriktirir, akşam serinliği inip hava soğumaya başladığında ürünlere biriktirdiği ısıyı yavaş yavaş geri verir. İşte yöre şaraplarının lezzeti de bundan ötürüdür. Ayrıca kış mevsiminde fare, kertenkele, yılan, salyangoz, örümcek, karakurbağası gibi küçük canlılara ev sahipliği de yapar.
Almanların deyimiyle “kuru duvar”, taşların arasında bitiştirici olarak çimento kullanılmadığı için, tahta işçiliğinin yanında dünyanın en eski el işçiliği örneğidir. Doğal taşlar boyutlarına ve uygunluklarına göre, defalarca denenerek, ölçülerek, yontularak, titizlikle yan yana, üst üste getirilir. Bu eski teknik Mısır’daki dünyaca ünlü tarihi piramitleri hatırlatır bize.
Bu teknikle duvar örme işi roman yazmaya benzer. Sabırlı ve titiz olmak gerekir. Yılmadan yapıp yıkarak, yıkıp yaparak, deneyerek, taşları uygun şekilleri vererek, aralarını toprakla, çakıl taşlarıyla besleyerek, eğimin düzgün olmasına dikkat ederek, çokça düşünerek, taşların huyunu suyunu öğrenerek inşa edilir duvar. Taşlar yerine güzel oturmazsa dayanmaz çöker duvar. Tüm emeğe yazık olur.
Romanım duvar oldu, duvarım roman
Belki de iki yüz yıllık tarihi duvarı ilk önce yıkıp yerine aynı işçiliği kullanarak bir yenisini yapmamız gerekiyordu. Hiç birimiz bu konuda deneyimli ve eğitimli değildik. Kazmalar, küreklerle giriştik duvara. Taşlarına zarar vermeden küçük büyük ayırdık. Toprağı daha sonra kullanmak üzere bir kenara taşıdık el arabaları ile. Neler çıkmadı ki taş toprağın içinden? Bizi korku dolu gözlerle seyreden farecikler, kaygan yılanlar, pörtlek gözlü kara kurbağaları, beyaz yumuşak örümcek yumurtaları… Evlerini yıkıyorduk ya, şaşırmışlardı, korkmuşlardı.
Duvarı yıkmak kolaydı da koca koca taşlarla yeni bir duvar inşa etmek hem de bizler gibi şehirlilere pek zor göründü ilkten. Yapamayız, belki ancak yarısına kadar gelebiliriz dedik. Duvarımız sağlam olmalıydı onun için dizlerimize kadar gelen bir temel kazdık. Toprak sıkı, güneş tam tepemizdeydi. Pes ettik, yağmur yetişti imdadımıza. Toprak yumuşadı, hava serinledi. Yılmadık, bir sıra iki sıra derken duvarımız güzelce yükselmeye başladı. Her gün iki sıra çıkıyordu duvarımız. Her molada bir kenara çekilip yazıyordum. Duvarı seyrediyordum yazarken, yıkıp da parçalara ayırdığımız sonra yeniden daha derin bir temel kazarak, taşların arasını toprakla, çakıl taşlarıyla besleyerek inşa ettiğimiz duvarı. Kelimelerimi, taşları boylarına göre nasıl titizlikle ayırdıysam, öyle seçiyordum. Bir zaman sonra duvarda çalışırken romanı, roman yazarken duvarı düşünür oldum.
Kimler geçmedi ki o duvarın önünden? Canlı cansız karakterler. Her gün kaniş köpeğini yürüyüşe çıkarıp benimle sohbet eden, bana şeker taşıyan sevimli, sarışın oğlan. Annesinin cenazesinden dönerken arabasını duvarımızın önünde durdurup ne yaptığımızı soran, sonra da Polonya’dan Almanya’ya uzanan acılı bir aile hikâyesi anlatan ürkek Gisela. Kemoterapi tedavisine kliniğe giderken her gün durup benimle sohbet eden, mürdüm erikli kekler getiren cesur ve hayat dolu Daniela. Ana sınıfı çocukları, binicilik okulunun atlıları, bisikletçiler. Kovalarla bize erik, elma taşıyan traktörlü çiftçiler. Tatilde niye duvar ördüğümü merak eden onca insan. Beni hayretle, taşların üzerinde yazmaya çalışırken seyredenler. Gazeteden röportaja gelip haber yapanlar. Birlikte çalıştığım Meksikalı, İspanyol, Fransız, Rus, Belaruslu, Japon, Alman, Ukraynalı arkadaşlarım.
Ağustos bitti, eylül geçti, ekim ayı kapıda. Yeniden bir araya gelip roman grubu olarak çalışmaya devam edeceğiz. Roman taslaklarımız demlenmede. Kimi karakterleri atacağım. Belki yeni bölümler ekleyecek, fazlalıkları çıkartacağım. Romanımı ne zaman bitiririm veya bitirir miyim hiç bilmiyorum. Emin olduğum tek bir şey var o da roman taslağımın dünyanın en güzel duvarı üstüne olduğu… Çünkü birlikte yaptık, çünkü birlikte yazdık.
Bir sonraki çalışma kampını dört gözle bekliyorum. İyi ki var Gençtur.
Füsun Çetinel